Gas & Power dergisinde yazdığım makalelerde büyük emeği geçen Sayın Emin Kaya’ya zahmetlerinden ötürü ne kadar teşekkür etsem azdır. Belki yazılarımı düzeltirken saç baş yoldurduğum da olmuştur. Yayıncılık hayatında açtığı yeni sayfada Emin Bey’e kolaylıklar ve başarılar dilerim. Sözüm meclisten dışarı; benden kurtulduğunu sanıyorsa yanılıyor.
Enerji konusunda sizlerle beraber yeni ufuklara açılacağız ve bu yeni dergide yolculuk boyunca gözlemlerimi sizinle paylaşmaya çalışacağım. Giriş niteliğinde olan bu ilk yazımın çerçevesini o nedenle biraz geniş çizdim. Yorumlarınız daima başım üstüne.
Bildiğiniz üzere, medeniyetimizin tarihi karbonhidrat ekonomisinden hidrokarbon ekonomisine geçişin tarihiyle bağlantılıdır. Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtlardan oluşan hidrokarbonların yaygın kullanımı, insanoğlunun yaşam koşullarını iyileştirmiş ve medeniyetimizin bugünkü düzeye gelmesinde önemli bir rol üstlenmiştir. Çünkü yüksek konsantrasyonlu yapıları, güvenilirlikleri, kullanım çok yönlülüğü, taşıma ve depolama kolaylığı, bolluğu, ihtiyaç duyulduğunda ve her türlü hava koşulunda emre amadelikleri ve nispeten düşük maliyetleri fosil yakıtlara bir rekabet avantajı sağlamıştır. Ta ki şeytanlaştırılana kadar.
Geçtiğimiz 10 yıldır fosil yakıtlara karşı amansız bir mücadele verildiğine tanık oluyoruz. Kimler tarafından? Batı bloku ya da küresel kuzey dediğimiz bir grup gelişmiş ülke ve onların kanatları altında olan uluslararası kurum, kuruluş, medya, düşünce kuruluşları, hatta üniversiteler ve bu yola baş koymuş ideologlar tarafından. Bu blokun yıllardır tüm dünyaya empoze ettiği sürdürülebilir kalkınma, rekabetçi üstünlük, liberal ve küresel ekonomi, serbest ticaret gibi kavramlar artık şekil değiştirerek son 10 yıldır küresel ısınma ve iklim değişikliği çatısı altında ESG denilen Çevresel, Sosyal ve Kurumsal Yönetişim, Net Sıfır Karbon gibi kavramlara evrilmeye başladı. Şu sıralarda doz biraz daha arttırılıyor. Artık iklim aciliyeti ve iklim krizi tabirleri ön planda. Gösterilen reçetede yazan ilaç iki kelimeden oluşuyor: enerji geçişi.
Aşağıdaki grafikte son iki yüz küsür yıldaki küresel ölçekte kaynaklara göre birincil enerji tüketimi gösteriliyor. Enerji geçişi görüyor musunuz? Daha fazla biyokütle, daha fazla fosil yakıt kullanır hale gelmişiz. Tarihi zirveye ulaşan dünya kömür, petrol ve doğalgaz tüketimi bu yıl büyük bir olasılıkla rekor tazeleyecek.
Net sıfır hedefini nereye koymalı?
Atılan “kahrolsun fosil yakıtlar, yaşasın enerji geçişi’ sloganları, Halide Edip’in ‘Vurun Kahpeye’ romanını andırıyor. Eğer 2050 yılına kadar, yani önümüzdeki 25 yıl içinde, bu enerji geçişi gerçekleşmezse dünya yaşanır bir yer olmaktan çıkacakmış. Bu yüzden fosil yakıt kullanımının 2050 yılında yerlerde sürünmesi gerekirmiş. Uluslararası Enerji Ajansı bunun nasıl olabileceğine dair yaptığı bir senaryoda bunu rakamsal olarak gösteriyor.
Grafikten de görüldüğü üzere net sıfır hedefine varmak için fosil yakıt tüketiminin küresel güney diye adlandırılan gelişmekte olan ülkelerde hızla düşmesi gerekiyor. Bugün dünya petrol, kömür ve doğalgaz üretiminin yarıdan fazlası gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşmektedir. Bu ülkeler halihazırdaki ve ileride keşfedilmesi beklenen fosil yakıt rezervlerinin yarıdan fazlasına sahiptir. Dünya nüfus istatistiklerine bakarsanız küresel kuzey denilen blokun 1 milyar, küresel güneyin ise 7 milyar nüfusa sahip olduğunu görürsünüz.
Bir de gelecekteki beklentilere bakın. Küresel güney nüfusunun toplam dünya nüfusu içindeki oranının artması bekleniyor. Yalnız nüfus mu? Hayır, küresel güneyin dünya gayrisafi milli hasıla içindeki payının da hızla artması bekleniyor. Yani küresel güneyde nüfus, ekonomik büyüme ve hayat standartları artacak. Tüm bu beklentiler daha fazla enerji tüketimini beraberinde getirecektir. Aynen gelişmiş ülkelerde olduğu gibi. Bu ise, gelişmekte olan ülkelerdeki kişi başı enerji tüketiminin ikiye katlanması demektir.
Ama denmek isteniyor ki bunu fosil yakıt kullanımını arttırmadan nasıl yapsınlar? Bu nasıl olabilir bilemem. Bildiğim bir şey varsa o da küresel kuzeyin küresel güneye telakki ettiği fosil yakıt kaynaklarını yerin altında bırakma çabası, fosil yakıt projelerine finansmanı kısması, amma velakin küresel güneyde yeşil projelerin batılı şirketler tarafından geliştirilerek üretilen enerjinin mümkün olduğu kadar küresel kuzeye aktarılması arzusudur.
Mesela Afrika. ABD’deki ortalama bir buzdolabı, bir yılda Afrika’daki ortalama bir insandan daha fazla elektrik tüketiyor, 600 milyon Afrikalı elektriğe erişemiyor, yaklaşık 420 milyon insan aşırı yoksulluk sınırının altında yaşıyor ama COP27’de atılan ‘Afrika’nın petrol ve gazını yerin altında bırakın, Afrika’da petrol ve gaza hayır’ gibi sloganlar acaba “fakirsin sen fakir kal” demek mi isteniyor sorusunu getiriyor zihinlere.
(resim: Reuters)
Enerji geçişinden enerji dönüşümüne
Aslına bakarsanız İngilizcede “energy transition” (enerji geçişi) kullanılan tabir doğru değil. Tarih boyunca tek bir enerji geçişi yaşandı. O da aydınlatmada kullanılan balina yağının ortadan kalkmasıydı. Moby Dick romanını bilirsiniz. 2015 yılındaki “In the Heart of the Sea” filminin son bir kaç dakikası durumu mükemmel açıklıyor.
Enerji geçişi (energy transition) yerine enerji dönüşümü (energy transformation) tabiri daha doğrudur. Çünkü enerji tarihi boyunca düşük yoğunluklu enerji formundan yüksek yoğunluklu enerji formuna yönelme olmuş. Şimdi tersi isteniyor sanki.
Enerji dönüşümünü en hızlı yasadığımız sektör elektrik üretim sektörüdür demek abes kaçmaz. Günümüzde en önemli enerji turu elektriktir bence. Neden? Çünkü elektrik olmayınca hayat durur. Internet yok, cep telefonu yok, alışveriş yapamıyorsunuz ve hayatı idame ettirmek için kullanılan birçok şey çalışmıyor. Bir düşünün…
Dünya, elektrik ekonomisine doğru kayıyor. Bu yüzden birincil enerji kaynakları bileşenlerinde fosil yakıtların payından ziyade elektrik üretim yelpazesinde fosil yakıtların payı önem arz ediyor. Dolayısıyla, enerji dönüşümü derken aslında elektrik üretim yelpazesindeki dönüşüm ima ediliyor genelde. Son 10 yıldır yenilenebilir enerji kaynaklarından üretilen elektriğin miktarındaki artış bunu gözler önüne seriyor. İleri ki yıllarda daha açık bir şekilde göreceğiz.
Şüphesiz, elektrik üretimi ve depolamada yeni ve gelişen teknolojiler, talep yönetiminde akıllı teknolojiler, elektrikli araçlar, dijitalleşme ve nihayet elektrik bazlı yeni ürünler elektriğe olan talebi artıracaktır. Mesela, yapay zekâ, veri merkezleri ve kripto paralar için tüketilen elektriğin birkaç yıl sonra Japonya’nın bir yılda tükettiği elektrik miktarına ulaşacağı ifade ediliyor. Basit bir Google araması yapay zekâ ekleyerek yapıldığında enerji ihtiyacı 10 kat artıyor.
Şüphesiz, rüzgar, güneş, jeotermal ve su gibi yenilenebilir enerji kaynakları geleceğimize enerji sağlamada önemli bir rol oynayacaktır. Ama ne var ki, eğer büyük ölçekli elektrik depolama gibi çığır açacak nitelikte teknolojik icatlar olmaz ise hava koşullarına bağlı bir enerji düzeni bizi alaca karanlık kuşağına sokacaktır.
Yanlış anlaşılmasın. Yenilenebilir enerji karşıtı değilim. Tam tersine. Mümkün olduğunca geliştirilmesini ve yaygınlaştırılmasını destekliyorum. Ancak, yenilenebilir enerji teknolojileri ve hidrojen kullanımını yaygınlaştırırken beraberinde getirdiği kısıtları ve zorlukları göz ardı etmemek gerekir.
Elektrik ekonomisine doğru dört nala koşarken hızla artması beklenen elektrik talebinin hava şartlarına bağlı bir elektrik sistemiyle nasıl karşılanacağını düşünmek gerekir. Mantar gibi biten rüzgâr ve güneş santralleri şehir merkezlerinden gittikçe uzaklaşıyor. Dolayısıyla elektrik iletim alt yapısının da güçlendirilmesi gerekiyor.
Ayrıca, rüzgâr ve güneş santrallerinden üretilen elektriğin ne kadar yenilenebilir olduğunu sorgulamak gerekir. Örneğin, eşdeğer büyüklükte bir kurulu kapasite için güneş ve rüzgar tesisleri gaz santraline kıyasla kat be kat fazla beton, demir, bakır, cam ve alüminyum gerektirir. Rüzgar ve güneş enerjisi üretimi, üretilen enerji birimi başına kömür veya doğal gazla çalışan santrallerden en az 10 kat daha fazla arazi gerektiriyor.
Demek istediğim şu: Dört nala koşulan yeşil elektrik ve hidrojen bazlı enerji sistemi müthiş miktarda mineral ve madde (özellikle bakır, lityum, kobalt, nikel, silikon, alüminyum gibi) gerektirecektir. Dolayısıyla, bir bağımlılıktan diğer bağımlılıklara girildiği ve yaratılacak yeni dışa bağımlılıkların etkileri göz ardı edilmemelidir. Nihayetinde, artık enerji politikalarının maden politikalarıyla beraber ele alınması gerektiği bir doneme giriyoruz. Evet, yeni bir enerji dönüşümüne giriyoruz. Bu donuşum çok sancılı geçecek. Umarız sağlıklı doğar.
Nasıl bir enerji geleceği?
Çevresel riskler ve jeopolitik kaygılar nedeniyle fosil yakıtlardan uzaklaşılması konusundaki baskılar artmasına rağmen dünya enerji arzının halen yüzde 80’inden fazlasını fosil yakıtlar sağlamaktadır. Öngörülebilir gelecekte fosil yakıt tüketiminin göreceli olmasa bile mutlak değer olarak artış kaydetmesi beklenmektedir.
Ancak, fosil yakıtların kullanım şekli önemli ölçüde değişim gösterecektir. Kömürün kullanım alanı daralarak sanayi sektörüne indirgenecektir. Petrol kullanımının hava, deniz ve yük taşımacılığındaki tekeli kırılacak ve petrol kullanımı mümkün olduğunca petrokimya sektörüyle sınırlanacaktır. Fosil yakıtların en temizi olan doğalgaz ise bence enerji karışımının ayrılmaz bir parçası olarak kalacak fakat biyogaz, biyometan, hidrojen gazı ve sentetik metan gibi yenilenebilir ve mümkün olduğu kadar karbondan arındırılmış gazları da kapsayacak şekilde belki de gazlı yakıtlar gibi bir terim altında yer alacaktır.
Gelecek kuşaklara fosil yakıtlardan mümkün olduğunca arındırılmış, enerjiyi üretirken ve tüketirken çevreyi kirletmeyen bir sistem bırakma özlemini hepimiz duymaktayız. Ancak bazı gerçekleri görmezden gelemeyiz.
Hidrokarbonların yerini tutamayacak yerler hariç tüm sektörleri karbondan arındırmaya yönelim ekonomilerde kapsamlı bir değişim yanında çok büyük maliyetler gerektirecektir. Bunun finansmanın nasıl sağlanacağı çok büyük bir sorundur. Özellikle dünya nüfusunun yarıdan fazlasının zengin olmayan ülkelerde yaşadığı ve yaşayacağı göz önünde tutulursa. Dolayısıyla, enerji dönüşümü ve sürdürülebilir enerji sistemi derken ülke özellikleri göz önünde bulundurulmalıdır.
Acı olan şu ki, fosil yakıtlardan arınmayı ideoloji haline getirmiş küresel kuzey, ileride daha fazla enerji ihtiyacı doğacak küresel güneye, iklim ‘krizi’, ESG, enerji geçişi, net sıfır ve yeşil ekonomi gibi kavramlarla fosil yakıtlardan uzaklaşmaları, fosil yakıt üretimlerini sonlandırmaları, fosil yakıt rezervlerini ise toprak altında bırakmalarını empoze etmektedir. Peki küresel kuzey nasıl kalkındı ? Hani bir deyiş var ya, ‘yaprağını yerken kıtır kıtır, sapına gelince meee!’ İngiliz komedyen Ricky Gervais’in sevdiğim bir sözü var: “Öldüğünüzde, öldüğünüzü bilmezsiniz. Bu sadece başkaları için acı vericidir. Aynı şey aptal olduğunuzda da geçerlidir.” Diğer bir deyişle, küresel kuzeyin empoze ettiği birçok kavram oldu, sadece fanatikler bunu fark etmiyor.
Fosil yakıtlar dahil yeraltı, yerüstü ve insan kaynakları yüzyıllarca bazı gelişmiş ülkeler tarafından sömürülmüş olan bugünün gelişmekte olan ülkelerinin arzusu bu sömürünün tekrarının yeşil sömürü olarak yaşanmamasıdır.
Temiz bir enerji geleceğine kimsenin itirazı yok. Yenilenebilir enerji kaynaklarının daha fazla kullanılması ve mümkün olduğunca karbondan arındırılmış bir dünya herkesin arzusu. Ancak bu enerji dönüşümünün adil ve adaletli olması ve özellikle enerji güvenliğini arka plana itmemesi gereklidir. Dolayısıyla, fosil yakıtların geleceği ve yaşadığımız enerji dönüşümünün hızı, küresel güneyin sesini ne kadar duyurduğuna, küresel kuzeyin bunu ne derece önemseyeceğine ve iki grup arasındaki iş birliğinin nasıl gelişeceğine bağlı olacaktır. Olmalıdır!
Kalın sağlıcakla…